22 Şubat 2017 Çarşamba

Alışveriş Yalanları

Alışveriş yapınca mutlu oluyor muyuz?

Tüm dünyanın bize alttan alta geçtiği mesaj bu. Ama gercekten mutluluk ile paranın birbiriyle ikamesi mümkün mu? Ya da ne derece mümkün? Bunu inceleyen çok sayıda araştırma var. Bazı görüşler alışverişin olumlu yönlerine vurgu yaparken bazıları bunun bir aldatmaca olduğunu savunuyor. Hayatı romantik komedi hissiyatıyla yaşıyorsanız muhtemelen birinci gruba dahilsiniz. Ama benim de içinde bulunduğum gruptaysanız yani hayatı daha çok “Elm Sokağı’nda Kabus” serisine benzetiyorsanız, alışverişin renkli dünyasından -içinde yaşasanız dahi- irite oluyorsunuz demektir.

Mutsuz çoğunluğa dahil biri olarak, ‘alışveriş mutlu eder’ fikrini savunan görüşlerin sunduğu bazı dayanak noktalarına eleştirel bir bakış açısı getirmek isterim;

1. Alışveriş sorunlardan kafamızı uzaklaştırır mı?
Alışverişin belli bir odaklanma gerektirdiği doğrudur, ama düşünürsek hiç bir zaman alışverişin -çok kısa süreler dışında belki- kafamızdaki bir sorunu evirip çevirmekten bizi alıkoyamayacağı çok açık. Belki alışverişin sağladığı geçici, kısa süreli rahatlamalar bizi gerçek sorunlarımızdan çok kısa sürelerle uzaklaştırarak ruh sağlığımıza iyi geldiği hissini yaratabilir ama diğer yandan hayatımızı daha bilinçsiz, daha sorumsuz yaşamamıza çanak tutar. Hiç bir zaman ciddi bir sorundan kaçabilecek kadar tüketemezsiniz, dünyanın tüm ayakkabılarını önünüze yığsalar da bazı sorunlarınızla yüzleşeceksiniz.

2. Alışveriş kendimize güvenimizi arttırır mı?
Güzel bir tona sahip yeni rujunuz ya da yeni bir çizme kişiliğinizdeki kusur ve açıkları ne kadar kapatabilir, genel kültürünüzü ne kadar arttırabilir ya da işinizi ne derece daha iyi yapmanıza yardımcı olur? Çünkü gerçekte kendimize güvenimizi arttıran şey arkamızda biriktirdiğimiz değerlerdir. Herhalde hiçbir objeden bu keramet beklenemez.

3. Alışveriş yapmak kontrolün bizde olduğunu gösterir mi?
Bu fikri ileri sürenler alışveriş anında verdiğimiz kararlar sırasında hakimiyetin bizde olduğunu hissettiğimizi ve herkesin bundan hoşlandığını ileri sürerler. Ama bu aynı zamanda, gerçekte hayatınız üzerinde ne kadar az hakimiyet kurabiliyorsanız dengeyi sağlayabilmek için tüketmeye o kadar fazla ihtiyacınız olur anlamına gelmekte. Dolayısıyla alışveriş bir taraftan kişi üzerinde kısa süreli ve aldatıcı bir ‘duruma hakim olma’ sanrısı uyandırırken, diğer yandan hayatın kontrolünü elimizden kaçırdığımızı görmezden gelmemize yardımcı olur. Eğer bir yandan çocuklarınıza ve eşinize yeterince yardımcı olamadığınızı, ne evinizde ne de iş hayatında hiçbir şeyi yetiştiremediğinizi ya da hiçbir şey üzerinde kontrolü sağlayamadığınızı hissediyorsanız diğer yanda gidip bir alışveriş merkezinde zamanınızın patronluğunu oynamak çok inandırıcı gelmeyecektir ve gelmemelidir. Bunun yerine, gerçek hayatınıza geri dönün ve daha çok çabalayın.

4. Alışveriş sevdiğimiz insanlarla vakit geçirmenin bir yolu mudur?
Bana sorarsanız, hiç değil. Alışveriş sırasında odak noktamız yöneleceğimiz ürünler olacağı için yanımızdakiler ister istemez birer figürandan öteye geçemezler; en iyi ihtimalle sağlama yapabilmeniz için konu mankeni olabilirler. Aslında bana göre yanında olmaktan gerçekten hoşlandığınız bir arkadaşınızla hiç konuşmadan aynı ortamda otursanız dahi daha kaliteli bir iletişim kurarsınız.

5. Alışveriş anında istediğimiz bir objeyi elde etmek tatmin edici midir?
Elbette öyledir; istediği herhangi bir şeyi elde etme duygusu insanda tatmin yaratır, ama isteyeceğimiz şeylerin niteliği fark yaratacaktır. Geçen gün el yapımı ürünler satan bir internet sitesinde şöyle bir slogan gördüm: ‘kendinizi mutlu edin, o takıyı alın’. Aslında cümlenin sonunda daha çok bir ünlem işareti var gibiydi, bir nevi tehdit de algıladım okurken, hani ‘mutlu olmak istemiyorsan sen bilirsin kardeşim’ der gibi… Peki o takıyı alalım, sonra ne almamız gerekecek? Daha ne kadar almamız gerekecek? Kabul edilmeli ki, gardırobunuzda hali hazırda 30 tane bluz varsa 31.nin uyandıracağı tatminin derecesi artık tartışmalıdır -bir yerden sonra hepsi üst üste yığılı, kafa karıştırıcı, karma karışık renk ve şekil öbekleri gibi gözükmez mi?-; yahut sadece paraya sahip olmak ile elde edilecek şeylerin vereceği tatmin de, bir şeyi kendi çabamızla başarmanın vereceği tatminin yanında çok eğreti kalır. Üstelik para biter de -çoğumuz için tabi- ama harcayacağımız çabanın tek sınırı yine kendimiz değil miyiz?

6. İmajımıza katkıda bulunur mu? 
Büyük alışveriş merkezlerinde çoğu zaman insanları uyuşmuş gibi bir vitrinden diğerine zombi adımlarıyla yürürken görürsünüz. Hepimiz bir imajın peşindeyiz, en iyi şekilde giyinmeye çalışıyor, en son moda telefonları kullanıyor, dışarıdan bakınca hepimiz reklam edildiğimiz gibi ‘çok tarz’, ‘aşırı zeki’, ‘entellektüel’, ‘rüya gibi’ falan görünüyor ama dünyaya dair bir halt bilmiyoruz; kesinlikle araştırmıyoruz, genel kültürü düşük, çok konuşup hiçbir şey söylemeyen, ezbere yaşayan, günü kurtarmaya yatan insanlarız. Bu durumda o kadar para ve enerji harcadığımız imajımızı, yatırımlarını daha akıllıca şeylere yapan insanlar karşısında iki cümlede yitiriveriyoruz.

7. Bazı şeylere sahip olmak insana yardımcı olduğu için mutluluk duygusu yaratır mı? 
Alın size aldatmacalı bir soru… Temel ihtiyaçlar zaten bu tartışmanın ötesinde ise; sorunun cevabı, dış dünyanın size sunduğu sonsuz sayıdaki objenin tam olarak ne gibi bir yarar sağlamak için gerekli olduğu… Örneğin dağcılık yapmaktan hoşlanıyorsanız elbette gidip bir kamp çadırı almalısınız, ki burada yanıltıcı bir yönlendirme olduğunu düşünüyorum; çünkü sevindiğiniz şey çadırın kendisi değil, daha çok onu kullanarak geçireceğiniz zaman aslında. Sizde heyecan uyandıran hayatınızın belli bir dilimini, sizden talep ettikleri gibi değil, canınızın istediği gibi geçirecek olmanız, size göre bir anlamı ve önemi olacak şekilde…

8. Alışveriş yenileyici midir? 
Belki birkaç saat için kendimizi daha yeni, daha tazelenmiş gibi hissedebilir miyiz? Bu ruh haline inanıyorsanız neden olmasın? Ama bana göre biz yaşadığımız müddetçe — ki birşeyler satın almak da bunun bir parçası — sadece eskiyoruz, ama felsefe olsun diye değil, gerçekten tecrübeler edinip nicelik ve nitelik yönünden fazlalaştığımız için. Diğer yandan her bir aldığınız saçma obje ile sisteminizi yenilediğini ciddi ciddi düşünüyorsanız, bana göre siz aslında dünyada değil bir Truman sendromu içindesiniz. Aslında bu şekilde devamlı yenilenerek yaşayabileceğimize dair verilen mesajlar belki de matematiğin sınırlarının çok ötesinde, gerçekte harcadığımız her bir saniyenin hayatımızı oluşturduğuna dair farkındalığımızı, daha doğru bir değişle gerçeklik algımızı yitirebilmemiz içindir. Yoksa nasıl olur da milyonlarca insanı ömrünün o çok kıymetli saatlerini metropollerde sadece işe gelir giderken harcamaya ikna edebilirsiniz? Ya da bu kıymetli zamanın karşılığında kazanılan paralarla 31. tişörtünü almaya?

Şu bir gerçek ki sürekli bir alışveriş eylemi ya da düşüncesi içerisindeyiz, hele benim gibi iki küçük bebek sahibi bir anneyseniz, örneğin ‘çocuklarınız için alışveriş yapmak’ olgusu artık bünyenize yerleşmiş ve günbegün kötüleşen ölümcül bir virüs görünümüne bürünebilir. Hatta en kıymetli anlarınızı bile ele geçirebilir. Woody Allen ve Bette Midler’in oynadıkları “Alışveriş Manzaraları (Scenes from a Mall)” filminde, ikili evlilik yıl dönümlerini, sanki başka yer kalmamış gibi, büyük bir alışveriş mağazasında geçirmektedir. Bir takım aksilikler sonucu, arka planda ışıltılı hayatlar için tüketim gereklilikleri sunan bir fonda, hayatlarının muhasebesini yapmak durumda kalırlar; aslında tükettiklerinin -daha doğrusu hatalı olarak birlikte (!) tükettiklerinin- kendi hayatları olduğunun ayırdına varırlar. Burada da vurgulandığı gibi aslında hayatlarımız şu ya da bu kişi yahut olay için tükettiğimiz mallar toplamından değil tükettiğimiz zamanımızdan ibarettir. Dolayısıyla irrasyonel ve içi boş bir alışveriş dağının tepesinde yaşadığımızı, hayatımızın belki de her Allahın günü evimize getirip yığdığımız alışveriş yalanları üzerine kurulu olduğunu görebilmek için geç kalmamak gerekir.

Motivasyonunuz ne olursa olsun, ister bir elde lolipop sek sek sekerekten ışıltılı mağazalar diyarında dilediğinizce yaşama özgürlüğüne sahip olun, isterseniz çok küçük meblağlar ile ayı geçirme savaşı verin, bir noktada kendinizi ihtiyacınız olmayan ama size her ne sebeptense iyi geleceğini düşündürdükleri bir şeyleri tüketmeye yöneltiliyorsunuz. Sonuç olarak da, atalarımızın doğada buldukları ve belki de ne olduğuna bile anlam veremedikleri çerçöpü mağaralarına taşıma güdüsüne benzer bir güdü ile alışveriş torbalarını evinize taşıyıp duruyorsunuz. Bir noktada geçici bile olsa mutluluk ya da tatmin hissi de duyuyorsunuz üstelik. Ama Amerikalı bir hayat koçu olan Adyashanti’nin işaret ettiği bir gerçek var ki mutlaka dile getirilmeli;

Bir alışveriş yaptığımızda ve istediğimize sahip olduğumuzda geçici olarak mutlu oluruz; ama mutluluğumuzun nedeni istediğimizi almamız değil, kısa bir an için istemeyi bırakmamızdır

Ne doğru bir tespit… Belki de istemeyi bıraktığımız ve an itibariyle elimizde olanların farkındalığını yaşamaya başladığımız süreleri uzatabilirsek mutluluk halini de bir ihtimal uzatabileceğiz. Bence işe, önce elimizin altında duran henüz okumadığımız bir kitabı okumakla, dolabımızda duran ve bir zamanlar beğenerek aldığımız giysilerimizi kullanmakla, evimizde hali hazırda mevcut olan ve yaşamamızı sürdürmemiz için gayet elverişli olan eşyalarımızla yetinmekle başlayabiliriz. Belki alışverişe harcadığımız zamanlarda kısıtlamaya gidip, bu zamanı gerçek duyguları takas edebileceğimiz eylemlerde bulunmak için kullanabilir; ailemizle dükkan dükkan gezeceğimiz zamanda bir demlik çay eşliğinde sohbet edebilir, çocuklarımızı alışveriş merkezlerinde arkamızdan sürükleyeceğimize onlarla birlikte resim yapmayı deneyebilir, mağazalar arasında gezinirken, baş ağrıtacak derecede yoğun bir ışık ve ses bombardımanına maruz kalacağımıza bu zamanı bir parkta yürüyüş parkurunda harcayabiliriz. Sonuçta her iki seçenekte de zaman harcayacaksak, hangisini tercih etmek daha caziptir?

Orjinal metin ve kaynaklar için:
Nezaketen - Alışveriş Yalanları

16 Şubat 2017 Perşembe

Çocuklarla İletişimin 10 Altın Kuralı

Çocuklarımızla doğru iletişim kurabiliyor muyuz? Bir çok anne baba için bu sorunun cevabı hiç de iç acıcı değil maalesef.

Bir çoğumuz yoğun çalışma hayatı ve günün koşuşturması içinde bunun için yeterli zamana dahi sahip değiliz. Ancak tüm külfet işlerin, yorgunluk, stres ve ‘büyük insan problemleri’nin dışında, insanın kendisine de zaman ayırmak, biraz olsun sosyal olabilmek doğal ihtiyacı var elbette. Dolayısıyla birinci basamak; televizyonun, akıllı telefon ve iPad’lerin, Facebook, Twitter ve benzerlerinin cazibeli dünyasını bir kenara koyup, gerekirse kendimize ayıracağımız zamandan feragat edip, çocuklarımızla iletişim kurmak için fırsat yaratabilmek… Bu fırsatı yaratabildiğimiz, bir şekilde zaman ayırabildiğimiz ve iyi niyetle doğru ve kaliteli iletişim kurmaya çalıştığımız durumlarda da bunu ne kadar becerebiliyoruz sorusu ortaya çıkıyor.

Bu noktada, gayretkeş ebeveynler olarak, çocuklarımızla vasatın ötesine geçebilecek, gelişimlerini olumlu yönde etkileyecek şekilde iletişim kurabilmek için izleyebileceğimiz, bilimsel araştırmalarla ortaya konmuş bazı temel kurallara değinmekte fayda var:

1. En önemli kural, dinlemek. Gerçekten dinlemek; yani dikkatini vererek ve gerektiğinde yapılan yorumlar, sorulan sorularla aktif bir dinleme eylemi içinde olmak.

2. İletişim karşılıklı olmalı. Konuşma sadece büyük tarafından gerçekleştirilmemeli, çocuğu da konuşmaya dahil etmek için caba harcanmalı. Ebeveynin anlatan konumunda yukarıdan bir bakışla iletişime dahil olması sadece bugün içinde yaşadığımız gibi toplumlar yaratmaya yarayacaktır.

3. Doğru olmayan, anlık ve özellikle öfkenin sebep olduğu niteleme ve işaretlemelerden kaçınmalı. İletişimin bilinçli tarafı olarak, dürüst olabilmek adına çaba harcaması gereken bizleriz. Yani inanmadığımız bir şeyi ne pahasına olursa olsun dile getirmemeliyiz.

4. Güven uyandırmalı ve cesaretlendirici olmalıyız. Eğer çocuk karşısındakinin düşündüğünü açıkça ortaya koyduğunu gözlemliyorsa -ki bütün anne babalar içten içe bilir ki çocuklar niyetinizi çok kolay hissederler- bu, kendisinin de duygularını açıkça ortaya koyması için ona cesaret verecektir.

5. Çocuğunuzu dinlerken kendinizi onun yerine koymalısınız. Herkes empatinin talep etmesi kolay ama icrası son derece zor bir şey olduğunu biliyor, yine de söz konusu olan çocuklarımız ise — ve ileride bizim birer kopyamız olacaklarının da bilinciyle- biraz daha caba harcamamız gerekmekte. En azından ne demek istendiğini anlayacak kadar nefes alacağımız bir sure bile, çocuğumuzla yaşayacağımız telafisi güç yanlış anlaşılmaların önüne geçebilecektir.

6. Eleştiri, davranış şekli ya da alınan kararlar hakkında olmalı. Diğer türlü yapılan anlık ya da durum bazında yanlış bir hareket yahut kararın ötesinde, çocuğun kişiliğini hedef alan bir eleştiri, hem kendisini küçük düşmüş gibi hissetmesine sebebiyet verecek hem de yetişirken en çok ihtiyaç duyduğu şey olan özgüvenine ağır bir darbe indirecektir.

7. İletişim kurmak için hevesli olunmalı. Herhangi başka bir iş ile uğraşırken, mesela televizyon seyrederken ya da telefon kurcalarken ya da ayaküstü ve üstünkörü kurulan, ne şekilde olursa olsun mecbur kalındığı için gerçekleştirildiği izlenimi doğuran bir iletişim, -üçüncü şahıslarla olduğu gibi- çocuklarla da verimli bir sonuç ortaya çıkarmayacaktır. Dolayısıyla ne kadar çaba harcamış, ne kadar kendinizi vakfetmişseniz, taleplerinizin karşılığında çocuğunuzdan alacağınız karşılığın da o kadar kaliteli olacağını anlamak önemlidir.

8. Birlikte paylaşmak için zaman yaratılmalı. İletişim sadece konuşmak değil, bazen birlikte bir aktivite gerçekleştirmektir. Öyle ki bazen oyunlar aracılığıyla bazense masa kurmak, ortalığı toplamak gibi yardımlaşmayla gerçekleştirilen işler sayesinde sözlü iletişimin de ötesine geçen, çocuklarımızla bizi kuvvetli bağlarla bağlayacak bir iletişim geliştirebiliriz.

9. Suçlu ya da hatalıysak özür dilemesini bilmeliyiz. Hemen hemen tüm anne babaların listesinde ilk sıralarda çocuğun hatasını kabul etmesi, yanlışları ile yüzleşmesi beklentisi vardır; ama çoğumuzun aklına bizim bunu ne kadar sık yapabildiğimiz gelmez. Çocuklar için rol modeliyiz ve kesinlikle söylediklerimiz ve davranışlarımız onlar için çok önemli, diğer bir değişle kendi durdukları yerden bize baktıklarında önemli insanlar görüyorlar. Onlara özür dilemenin ya da yaptığı yanlışı kabullenip düzeltmenin ne kadar insani ve gerekli olduğunu, ancak onlarla yaşadığımız iletişimde kendimiz de aynı hassasiyeti gösterebiliyorsak öğretebiliriz.

10. Onları sevdiğimizi söylemeli, hissettirmeliyiz. Yaşadığımız diyalog olumsuz ya da rahatsızlık uyandırıcı bir konuda da olsa, mesele onları ne kadar sevdiğimiz ya da sevmediğimiz değil. Çocuklarımız ne onlara olan sevgimizden ne de onlara verdiğimiz değerden şüpheye düşmemeli. Bir yanlışa işaret etmek, ya da bir davranışı cezalandırmak doğru bir dil ve doğru araçlar kullanmakla sonuç verir, bu yüzden sevgimizi onlardan esirgediğimizi düşünecekleri bir iletişim biçiminden dikkatle kaçınmalıyız.

Tüm bu kurallar elbette ideal bir iletişimi gerçekleştirebilmek için gerekli. Diğer yandan hepimiz farkındayız ki içinde yaşadığımız zorlu toplumsal şartlar — hatta sadece çocuklarımız için duyduğumuz gelecek korkusu dahi- bizi olduğumuzdan daha sabırsız, yorgun ve daha tahammülsüz ebeveynler haline getiriliyor. Buna rağmen, doğru olanı yapmak için direnecek güç ve enerjiyi yaratmak adına harcadığımız en küçük bir çabanın dahi son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Şu kesin ki çocuklarımız bir gün gelecek bizlerin olmadığı bir dünyada yaşam savaşı vermeye devam edecekler, bu yol ayrımına gelmeden önce elimizden geldiği kadar onları hazırlayabilmek, onlara kendi çocuklarıyla doğru iletişim kurabilecekleri kişiliği geliştirecek altyapıyı aşılayabilmek anne babalar olarak bizlere düşen en önemli görev.

Orjinal metin ve kaynaklar için:

10 Şubat 2017 Cuma

Depresyonu anlamak

“Depresyonda mıyım?”

Kendinize sorduğunuz cevaplanması oldukça güç sorulardan biri… Bu soruya doğruya yakın bir cevap verebilmek için, kişinin hayatını her yönden etkileyen ve ‘kendi kendine geçmeyen’ bir hastalık olan depresyonun geçici bir hüzünlü hissetme halinden yahut çaresizlik ve umutsuzluğa kapılmaktan çok farklı klinik bir vaka olduğunun bilincine varmak gerekli.

Hüzünlü ya da çaresiz hissetmek zaman zaman hepimizin basına gelebilir ve hayatımızdaki bazı gelişmelere bu sekilde tepki vermemiz son derece normaldir. Sevilen birinin ölümü, bir ayrılık, bir maddi imkansızlık hali ya da iş hayatındaki bir statü kaybı buna sebep verebilir. Ancak tıbbi kaynaklarda sıklıkla ‘bitmeyen bir umutsuzluk ve rahatlaması olmayan bir acı’ olarak tarif edilen depresyon; herhangi bir sebepten bağımsız olarak gelip üzerinize bir anda çöken, sizi hareketsiz-çaresiz-çözümsüz bırakan bir hastalıktır.

Bununla beraber, kişinin icinde bulunduğu depresyonu tetikleyici ortamların da etkisi yadsınamaz. Hepimizin bildiği ve istatistiklerin da açıkça ortaya koyduğu gibi yasam standartları düşük, mutsuz bir toplumda yasıyoruz. Mutsuz iş yaşamı yahut işsizlik, düşük maddi gelir seviyeleri, kalitesiz eğitim, monoton ve iletişimsiz sosyal ve ailevi iliskiler gibi faktörler depresyonun içimizde kolaylıkla yeşermesine zemin hazırlıyor. Değiştirmeye gücümüzün yetmediği yaşama biçimimiz ve toplumsal düzenimiz nedeniyle, duygusal tatminsizlikler yaşayan, kendini ifade edemeyen, benliğini gerçekleştirmede yetersiz, gelecek korkusu içinde depresyonlu nesiller yaratmaya son hızla devam ediyoruz.

Depresyonun diger bir özelliği en kritik aşamada da olsanız çoğunlukla en yakınınızla dahi paylaşamadığınız bir hastalık oluşu. Depresyondasınız ve farkında değilsiniz — hissediyorsunuz fakat emin değilsiniz — emin olduğunuz an ise ifade edememe sorunu yasamaya başlarsınız… Benim de deneyimlediğim gibi, depresyonun eşiğinde olduğunuzu anladığınızda nedense ilk dürtünüz bunu dış dünyadan saklamak olur; sanki eve beklenmedik bir kırık not getirmiş gibi…

Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı kara köpek isimli video konu hakkında son derece başarılı bir tanı ve faydalı çözüm önerileri sunuyor. Söz konusu videoya rastladığımda bir zamanlar yaşayıp atlattığım bu hastalığın halen ensemde olduğunun farkında değildim. Çizimlerin ne kadar harika, örnekleme ve betimlemelerin ne kadar başarılı olduğunu düşünürken birden bir ağlama nöbetine yakalanmış, sonrasında ise durumumu uzun zaman en yakınlarımdan bile saklamıştım…

Herhangi bir sebep ya da olaydan ya da kişiden bağımsız olarak kendinizi açıklanmaz şekilde kötü hissettiğiniz, dolayısıyla elle tutulur bir nedene bağlayamadığınız depresyonun farkındalığı gibi teşhisi de son derece zordur. Dünya üzerinde depresyon geçirenlerin sayısının 350 milyon civarında olduğu düşünülüyor. Dünya Saglık Örgütünün tahminine göre gelecek 10 yılın en çok görünen ikinci hastalığı olacak. Bununla birlikte, Türkiye’de yapılan bir araştırmada her 100 depresyonludan sadece 12’sine doğru tanı konulabildiği anlaşılmış. Dolayısıyla bilinen hastalarının bilinmeyenlere oranla çok az sayıda olduğu teşhisi zor olan bu hastalığa karşı kendimiz ve sevdiklerimiz açısından bilinçli ve tedbirli yaklaşmamızda fayda var. Toplum olarak daha fazla bilgilenmemiz gerekiyor. Bu nedenle hem psikanaliz hem ilaç tedavisi gerektiren bu ciddi hastalığın gecikmeksizin teşhisi ve tedavisi icin temel 10 belirtisinin bilinmesi çok önemli. -Tabii ki sayılan her belirtinin muhakkak her hastada görülmesi gerekmediğini, bazı hastalarda bunların çoğunun bazılarındaysa sadece bir kısmının deneyimlenebileceğini de not düşerek- bu on temel belirtiyi su sekilde sayabiliriz;

  1. Kalıcı olarak mutsuz, rahatsız ya da ‘boş’ hissetmek
  2. Umutsuzluk hissi
  3. Suçluluk/değersizlik/çaresizlik hissi
  4. Hobilere ve daha önce zevk alınan aktivitelere karşı ilgi kaybı
  5. Enerji kaybı
  6. Konsantrasyon / hatırlama / karar alma yetisinde yetersizlik
  7. Uykusuzluk/sabah erken uyanma ya da çok fazla uyuma
  8. İştah azalması / kilo kaybı ya da fazla kilo alma
  9. Ölüm ve intihar düşünceleri ya da intihar teşebbüsü
  10. Devamlı surette huzursuzluk ve rahatsızlık hissi

Tedavi süreci geçirmeden atlatamayacağımız son derece yaygın görünen bir hastalık olan depresyona dair bir farkındalık yaratabilmek amacıyla, bu 10 temel belirtiyi etrafımızdakilerle paylaşmak son derece önemlidir. Hem kendimiz ve hem de sevdiklerimiz açısından semptomlarına karşı tetikte durmalı, hastalığın teşhisinde gecikmemek ve ileride daha olumsuz sonuçlarla karşılaşmamak için dikkatli olmalıyız.

Ruh ve beden sağlığımızı koruyabildiğimiz umut ve hayat dolu yarınlar dileğiyle…

Orjinal metin ve kaynaklar için: